17.10.2017

İL MÜFTÜMÜZÜN HUNAT CAMİİ TEFSİR SOHBETLERİ BAŞLADI

EVLATLIK EDİNMEK DİNİMİZCE YASAKTIR. AMA KORUYUCU AİLE OLABİLİRSİNİZ.

 

İl Müftümüz Doç. Dr. Şahin Güven, geçen dönem Cami-i Kebir’de Cumartesi günleri yaptığı tefsir sohbetlerini, bu yıl Hunat Camii’nde, Pazartesi günleri öğle namazından 45 dakika önce başlayacak şekilde yapmaya başladı. Bu dönemin ilk tefsir sohbetini 16 Ekim 2017 Pazartesi günü saat 11.45’te yaptı.

Sayın Güven, aynı anda TV Kayseri’den de canlı olarak yayınlanan bu dönemin ilk tefsir sohbetinde Kur’an-ı Kerim’in 33. Sûre olan Ahzab Sûresi’nin 1-5. ayetlerini tefsir etti. Tefsirini yaptığı ayetlerin mealleri şöyledir:

1. Ey Peygamber! Allah'tan kork, kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır.

2. Rabbinden sana vahyedilene uy. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

3. Allah'a güven. Vekîl olarak Allah yeter.

4. Allah, bir adamın içinde iki kalp yaratmadığı gibi, "zıhâr" yaptığınız eşlerinizi de analarınız yerinde tutmadı ve evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız olarak tanımadı. Bunlar, sizin ağızlarınıza geliveren sözlerden ibarettir. Allah ise gerçeği söyler ve doğru yola O eriştirir.

5. Onları (evlât edindiklerinizi) babalarına nispet ederek çağırın. Allah yanında en doğrusu budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin. Yanılarak yaptıklarınızda size vebal yok; fakat kalplerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

Sayın Güven, sözlerinin başında Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an-ı Kerim’in Yüce Allah’tan tarafından gönderildiğini, Kur’an-ı Kerim haricindeki diğer bütün kitapların insanlar tarafından değişime uğratıldığını, tahrif edildiğini ifade ettikten sonra sohbetini şöyle sürdürdü:

“Bizler, Kur’an’ın hükümlerine göre yaşamalıyız ve bütün insanları da Kur’an’a davet etmeliyiz. Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’ın, âlemlere rahmet olarak gönderdiği son peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’ya (sallallahu aleyhi ve sellem) göndermiş olduğu ve kıyamete kadar baki kalacak kitaptır.

Hz. Peygamber’e hitapla başlayan sürenin ilk üç ayetinde bizzat Hz. Peygambere emirler vardır. Üçüncü ayette geçen Tevekkül, en özlü ifadeyle devemizi sağlam bir kazığa bağlamak ve sonra onu Allah’a emanet etmektir. Önce almamız gereken tedbirleri almak, yapmamız gerekenleri yapmak ve sonra da ‘Ya Rabbi! Ben elimden geleni, gücümün yettiğini yaptım, bundan sonrası Sana aittir’ demektir tevekkül. Yüce Allah, bizim vekilimizdir. Güvenilecek, dayanılacak merci olarak mü’minlere O yeter. O, kendisine güvenip dayananların yardımcısı ve koruyucusudur.

Kalp, insan denen ülkenin yönetim merkezidir, yani başkentidir. Peygamber Efendimiz, şöyle dua ederdi: ‘Ey kalpleri evirip çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl.’ Bu duayı, bizler de devamlı yapmalıyız. Peygamberimiz, bir başka hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor: ‘İyi bilin ki, vücutta bir organ vardır. Eğer o organ iyi olursa bütün vücut da iyi olur. Ama o iyi olmazsa bütün vücut kötü olur. İşte o organ, kalptir.’ Peygamberimizin burada bahsettiği şey, kalbin manevi yönüdür. Vicdanımız da buradadır. Aklımızla düşünür, vicdanımızla da karar vererek yapacağımız şeyleri öyle yaparız. Eğer kalbimizi ve vicdanımızı bir kenara bırakarak bir şeyler yapmaya yeltenirsek, o zaman kötü işlere meyletmiş oluruz. Onun için kalbimize dikkat etmeliyiz.

Cahiliye Arapları, eşlerine kızdıkları zaman büyük yemin ederek ‘Sen bana annemin sırtı gibisin’ derlerdi, yani ‘zıhar’ yaparlardı. Bunun anlamı, ‘Sen bana annem gibisin, ben artık seninle birlikte olamam’ demektir. Ama boşamıyorlardı da; eğer boşasalar kadın başka birisiyle evlenip hayatını devam ettirecekti. Ne boşuyorlardı ne de onlara yaklaşıyorlardı. İşte bu davranış, kadına büyük bir zulüm idi. Allah Teâlâ da ‘Kadınlarınız, size anneniz gibi değildir. Onlar, sizin eşlerinizdir’ buyurmaktadır. Böyle yapan mü’minler, bu yaptıklarına karşı kefaret ödemek zorundadırlar. Nitekim Mücadele Suresinin ilk ayetlerinde ifade deldiği gibi bunu da ya köle azat ederek, ya altmış gün peş peşe oruç tutarak ya da altmış yoksulu bir gün içerisinde sabah-akşam doyurarak ödemiş olacaklardır.”

Sayın Güven, devam eden ayetlerde evlatlık edinme konusu işlendiği için bu konunun üzerinde özellikle durarak sohbetine şöyle devam etti:

“Toplumumuzda kanayan yaralardan biri de evlatlık edinme konusudur. Annesi-babası ölüp de yetim ya da öksüz kalan bir çocuğa yakınlarının bakması icap etmektedir. Savaşlar sonucunda anne-babaları ölüp de yine yetim ve öksüz kalan çocuklar var. Şu an dünya genelinde, savaşlardan ya da başka sebeplerden ötürü 400 milyon yetim ve öksüz çocuk olduğu belirtiliyor. 8 milyar olan dünya nüfusunun 400 milyonu, yani dünyanın yüzde 5’i yetim ve öksüzlerden oluşuyor.

İnsanlar, neden evlatlık edinmek isterler? Genelde herhangi bir sebepten dolayı çocuğu olmayan eşler, evlatlık edinmek isterler. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Hatice (radıyahalluanha) ile evlendiğinde, Hz. Hatice hizmetçisi olan Hz. Zeyd b. Harise’yi Peygamberimize hediye etmişti. Peygamberimiz de bunun üzerine insanları etrafına toplayarak Hz. Zeyd’i azat ettiğini, onun artık hür bir insan olduğunu söylemişti. Sonrasında ise onu evlatlık edindiğini beyan etmişti. Artık Hz. Zeyd, Zeyd b. Harise olarak değil, Zeyd b. Muhammed olarak anılır olmuştu. Yüce Allah, ayetleriyle bunun doğru olmadığını Peygamberine bildirmiş oldu.

Bugün de çocuğu olmayan aileler, ‘Yetim bir çocuğu alıp evlatlık edinelim, ona bakıp, onu evladımız gibi büyütelim’ diyorlar. Ama Yüce Allah, ayetleri çerçevesince evlatlık edinmeyi yasaklamaktadır. Bunun alternatifi yok mu? Elbette ki var. Koruyucu aile olabiliyorsunuz yetimlere. Alınan çocuk, kendisine sahip çıkan kadının ve erkeğin kendi anne-babası olmadığını bildikten sonra bunun hiçbir mahsuru yoktur. Hatta bu, büyük sevaptır da. Ama evlatlık edinen eşler, kendilerini o çocukla tatmin ediyorlar. Yani çocuğu olmadığı halde ‘Bu benim çocuğumdur’ diyerek çocuksuzluklarını gidermeye çalışıyorlar. Bunun pek çok zararı vardır. Bu durumdaki aileler, çok küçük yaştaki çocukları alırlar ki daha bilince ermemiş olan çocuk, kendilerine anne-baba desin; çocuk, kendi anne-babasını bilmediği için analığına-babalığına, anne-baba desin. Ama ileriki zamanlarda o çocuk, bir şekilde gerçeği öğrenebiliyor. İşte o zaman o çocuğun dünyası yıkılıp tarumar oluyor. Bu yıkıma hiç kimsenin hakkı yoktur. Bu durumda analık-babalık yapanların çıkışı, ‘Biz ona baktık’ şeklinde oluyor. Evet, baktınız ama o sizin çocuğunuz değil! Evlatlık edinmenin zararlarından birisi de, üzerine alınan çocuğun mirasçı olmasıdır. Başka bir zarar da o çocuk buluğ çağına erdiğinde, erkekse evin kadınına; kız ise evin erkeğine haramdır.

Koruyucu aile olarak çocuklar alınabilir; ama alınan çocuk, o ailenin üzerine geçmemeli, anne-baba olarak evinde olduğu kişileri bilmemeli ve onları sadece kendisine yardım eden insanlar olarak bilmelidir. Daha bebekken anne-babasını kaybeden çocuklar alınıp onlara sütannelik yapılabilir. Bu, dinimizde teşvik de edilmiştir.

İşte bu sûre’deki ayetler geldikten sonra, evlatlık uygulaması kaldırılmış oldu ve Peygamberimiz de Hz. Zeyd’in evlatlık durumunu fesh etmişti.”